27 Mayıs 2020 Çarşamba

ASASIZ MUSA VE GÖSTERGEBİLİM

Göstergelerle Bir Sinema Anlatısı                                                      

*FİLM ANALİZ

Rüzgarı kekik, reyhan ve kaçak tütün kokan toprakların Apê Musa'sının Nevala Kasaba ağıdında söylediği gibi; ''Yaşamanın bir başka adı direnmekti.'' 

Direnmek ki; Kürt'ün, onlarca yıl kendi kaderinin şifrelerini dekode etmeye mecbur edilişi ve  itinalı bir acımasızlıkla, kenarlarına taşırmadan kendilerine çizilen sınırlarda bir nevi hazan ve hüzün dansına zorlanışıydı. 

20 Eylül 1992'de, ülkede o zamana dek işlenmiş fikir cinayetleri zincirine eklenen diğer bir halkaydı Musa Anter'in katli. Kalemi de fikirleri kadar keskin ve kaynağına sığmaz bu düşünce adamı, 1959'dan 92'ye kadar olan süreçte, koyduğu her bir tuğla ile Kürt Yazını piramidini en yüksek seviyeye taşıdı ve kendisinden sonra yetişen evlatlarına, açtığı yoldan    yürüyebilme değerini miras bıraktı. Anter, karanlıktan, tam da ışığın sızdığı diğer boyuta geçerken, Kürt kültürüne, felsefesine ve siyasetine  kazandırdığı esas hüviyetin hem manevi hem sinemasal anlamda bekasını teşkil ettiği için tiyatrocu ve yönetmen Aydın Orak'a gökyüzünden kıvançla gülümsüyor. Orak, salonlarda izleyicisiyle buluşan ilk uzun metrajlı biyografi  janrındaki Asasız Musa'sı ile aynı gökyüzüne bir selam çakıyor. Halihazırda yıllardır oynadığı tek kişilik oyunu Araf 'la, Anter cinayetini, teatral tonlarla, kendi  büyük puntolarıyla vurgulayan sanat adamı bu kez, tiyatro sahnesinden inerek kamerasının başına geçiyor. Özgür ve özgün kamera diliyle son derece göstergesel ve deneysel bir  dışavurumla, Ape Musa'yı salt bir sinema unsuru olmaktan öteye götürüyor; Anter'i bir silüet olmaktan kurtararak metaforlarla nakşolunan somut bir gerçekliğe dönüştürüyor.

Filmde,dopingini sembolizmden alan her sahne, her ayrıntı, aslında Musa Anter'in bir öncekinden daha 'sağ salim' ve 'hayatta' olduğunu seyirciye hatırlatırken Aydın Orak'ın  tiyatrodan da alışageldiği Brechtyen biçemi, izleyenini o an olup bitenden ve mekandan bilişsel bağlamda soyutlamaya da devam eder. 

Az diyalogla bile belagatı kuvvetli ve meselesine bağlı bir tonda seyreden film, görsel semiyoloji başlığı altında incelenebilecek sayısız metaforla dolu. Buna bağlı olarak hemen ilk karede bizi karşılayan ve usul usul sallanan 'boş beşik' hem bebek Anter'in hem de  'artık orada olmayışın', 'tüketilmişliğin' belirtkeni olarak seyirciyi içeri buyur etmektedir. 

Sözgelimi bu boş beşik, haklı meselesinden ötürü sonsuzluk denen belirsiz bir boşluğa itilmiş Ape Musa'nın, yetim kalan insanlarının -Kürt Toplumunun- melankolisi olarak da tezahür edebilir. Biz tam da  bu boşlukta gezinirken, gerçekliğe uyandırıldığımız saat alarmı işlevi gören el kamerası, sırasını devralır ve Akarsu'da Anter'in doğduğu evin içinde ve bahçesinde, bize 74 yıllık öykünün tur rehberliğini yapmaya başlar. Böyle bir girizgahın ertesinde, elinde kağıt gemisini  suyun üzerinde yüzdüren küçük çocuğun, su kadar dilsiz ve sakin oluşu, bize ileride Anter'in yaşamının da su üzerinde seyreden bir garip kağıt gemi olacağının habercisi kıvamında. Film süresince yönetmen tarafından titizlikle konuşlandırılmış tüm bu kod dizilimi,  Musa Anter'in mücadele dolu yolculuğunu adeta bir yapboz bütünü gibi algılamamızı sağlayıp her parçayla-metaforla- bizi sonuca götürüyor. 

Asasız Musa'nın neden görsel semiyolojik eksende incelenmesi gerektiğinin pek çok nedeni var; Bunlardan ilk akla geleni ise Psikanalizin, Göstergebilim'in en temel dayanak noktalarından oluşu, bu da bizi şunun sağlamasına götürüyor ki, yönetmenin kullandığı her simge, görüntü ve obje bir anlamda, 'aynayı kendine çevir, geçmişte yaşananları daha fazla şuuraltında bekletme' önermesi mahiyetinde. Edebiyattaki temelleri ilk kez;  John Locke tarafından Essays Concerning Human Understanding'de atılan ve göstergebilim  tartışıldığında akla gelen ilk isimler olan Roland Barthes, Mihail Bahtin ve Umberto Eco gibi önemli yazın figürlerinin kuramlarından belirgin izlere rastlıyoruz filmde sıkça. O sahnelerden en akılda kalanı ise yönetmenin son derece sürreal bir sunuşla anlattığı Musa Anter'in kendisini televizyonda seyrediyor oluşu. Somut ve gerçek bir coğrafyada artık bu dünyadan olmayanın kendisiyle kurduğu iletişim bu gerçeküstü resimde ete kemiğe bürünüyor. Yine filmde kullanılan bu dolaylama sanatı, artık Anter'den bağımsız olarak düşünülemeyecek olan pardösü ve tahta bavul ile şairin dünyasına daha yakın bir okuma yapabilmemiz açısından güçlü şiarlar eşliğinde devam ediyor. Karanlık bir odada, yanı başında, hep yolculuk durumunda diğer bir deyişle; sürgünde olduğunun temsili söz konusu bavulu ile küçük bir aralıktan kendisine doğru süzülen huzmeye doğru elem sigarasını tüttürüyor. 

Asasız Musa'nın yaratıcısı Aydın Orak için, ilk biyografi / belgesel denemesinde, algıları yormayacak türde bir simgecilik ile ilerlediğini söylemek yanlış olmaz zira buna en bariz örnek olarak daktilo taşlama sahnesi gösterilebilir. Oldukça direkt ve perdesiz bir temsil ile anlatılmaya çalışılan şey;  İnsanların biteviye, düşünceleri uğruna öldükleri topraklarda aslında Anter'in  diğer tüm çağdaşlarıyla hemhal oluşudur. Fırlatılan her kayada görüş seviyesinin biraz daha altında kalan Apê Musa, öyle ki daktilonun ta kendisidir, sabittir, öylece durur her taşlamada, belki gözden kaybolur ancak cismen ve fikren hala oradalığını bağırmaktadır.

Filmde farklı suret ve işaretlerde yakaladığımız Musa Anter, yeniliğe ve sonsuzluğa dökülen su kaynağı bazen de minareye karşı süzülen bir uçurtma olur. Boşluktaki bu kararsız süzülüş  uçurtmanın kaderi olacaktır. Ne tam olarak yere değebilecek ne de gökyüzünde kaybolabilecektir. Yaşamını ve özgürlüğünü hep başkaları tayin edecektir. Yönetmen, uçurtma resminden hesapla bir açıdan Musa Anter meselesinin izdüşümünü sunmuştur. 

Filmin genel fonuna hakim etnik motifler, zengin Akarsu ve Zivinge görselleri ile desteklenmiş. Yukarı Mezopotamya, belki de karşımızda ilk kez bu kadar lirik. Sinematografik ekolar bu nedenlerden dolayı da oldukça vurucu. Şehre ait görsel bütünlük, Güneydoğu'nun coğrafi ve beşeri yüzünü tam olarak yansıtmakta hiç zorlanmıyor. Yine filmde tanıtılan bir başka unsur da, Ezidilikte kutsal sayılan ve Melek-î Tavus’u işaret eden tavus kuşudur. Doğu mitolojisinde ve dininde Tanrı Ezda’nın yarattığına inanılan Melek-î Tavus, iyilik ve kötülük, cennet ile cehennem arasındaki dinamik dengeden sorumludur ve simgesel olarak; şekil değiştirip  reenkarne olma yani yeniden doğma ile ilişkilendirilir.  Musa Anter’in her surette ve yansımada yeniden doğuşuna, hatta hiç yok olmamışlığına gönderilen mitolojik ve dinsel bir selamdır belki de. İnanışa göre Melek-î tavusun, asil, eğilmez ve gururlu oluşundan sebep cezalandırılmış olması ile Anter’in tüm yaşamını ve kalemini haklı davası uğrunda çürütmesi ve sonunda cezalandırılması arasında soyut bağlantılar kurulabilir. Ayrıca bu kutsal varlık, renklerinin çeşitliliği ve duruşuyla istisnai bir güzelliğe haizdir, bu yönleriyle de son derece başarılı bir Musa Anter atıfıdır. Zira Anter, ortalamanın üzerinde bir sosyo kültürel nosyona sahiptir, entelektüeldir, filozofdur.

Yönetmen Aydın Orak, iyimser, umutlu ve insani temennilerle, bu dünyadan geçen bir Kürt bilgesini, kendi süzgecinden geçirip bizim algılarımıza akıtıyor. Alt vurgularında ise; kalem cinayetlerine dikkat çekme, renklerin ve farklılıkların kucaklanması, kültürler barışı gibi önermelerle.

Eski zamanlardan beri gözünden inen acı suyunu içine akıtan çorak topraklar, belki de Asasız Musa’dan sonra daha pek çok anlatıcıya ilham olacak. Sezen Aksu’nun kelimelerinde bulduğumuz gibi: 

“Bu bir bataklık, Yutuyor körpe tomurcukları, Dört kitap yazıyor, Eşittir Tanrı’nın çocukları”


PELİN DÜNDAR

Akademisyen





 



25 Mayıs 2020 Pazartesi

AYDIN ORAK'TAN BİR APE MUSA AĞITI - Makale

 Asasız Musa Film Analizi

Tarihler  20 Eylül 1992’yi gösteriyordu. Sıcacık bir yaz yerini serin ve yeşil bir sonbahara bırakmıştı. İşte o gün Apê Musa’yı haince öldürdüler. İkisi sol bacağına, birikalbine diğeri kafasına dört kurşunla gitti. Diyarbakır kan ağladı o gece… Bir Apé Musa ölmüş…Bir Apê Musa ölmüş ama kendisinin Qimil (Kımıl) şiirinde söylediği gibi Üzülme bacım, seni kımıl, süne ve sömürenlerin zararından kurtaracak kardeşlerin yetişiyor artık.”  Apé Musa’nın torunları yetişiyor . Evinin bahçesindeki ağacın kökleri gibi toprağa tutunuyor, kendi insanına, öz coğrafyası Kürdistan’a ve ana diline sıkı sıkı tutunuyor. 

İşte Apê Musa’nın torunlarından biri de Aydın Orak. Aydın Orak, Kürtçe tiyatro yapan ilk topluluklardan olan Tiyatro Avesta’nın kurucusu ve  “Araf” oyunuyla yedi sezondur Musa Anter’e sahnede hayat veriyor. Musa Anter’i dünyanın her yerindeki gerçek torunlarına yeniden anlatıyor.  2009 yılında ilk belgeseli Berivan'ı çeken Orak, bu belgeselinde 1992 Cizre Nevruz’unda Berivan Cizre’nin yaşadıklarına ayna tutuyor. Döneminde çok tartışılan bu belgesel, yakın tarihe tanıklık eden gerçek bir suç duyurusu niteliği taşımakta.  İlk uzun metrajlı filmi  “Asasız Musa” ise 3 Ekim’de vizyona girecek. Asasız Musa filminde Musa Anter’i anlatmaktan öte onunla ilgili sorular soran, filmin her karesinde iç sesiyle ona bitmek bilmeyen ağıtlar yakan bir yönetmenle karşı karşıyayız. 

Aydın Orak, bu filmde  gerek profesyonel gerek amatör oyuncularla çalışarak filmin oyunculuk yanının çeşitlenmesini sağlamıştır. Deneyimli oyuncu Turgay Tanülkü, Şenay Aydın ve Selamo’nun yanında amatör oyuncular olan Ahmet Acar ve Murat Toprak filme sinerji katmıştır. Kuşkusuz filmin teknik ve yönetsel kusurları vardır ancak Aydın Orak kendine ait bir dil kurmaya çalışan, son yıllarda Türk sinemasının gördüğü en özgün yönetmenlerden biridir. 

Hikaye Musa Anter’ın Nusaybin  Akarsu’da anıt mezarının da bulunduğu evde başlar. Titrek bir el kamerası ilerler odanın içinde, sanki Apê Musa yürüyordur , iki kurşun yemiş ayağı aksıyordur arada, kamera bu yüzden odanın içinde sallanıyordur. Bir beşiğe takılır gözümüz,  Musa Anter’in doğacak yeni torunlarını huzurlu uykulara taşıyacak bir beşiktir bu. Kürtçe ıslık yasaktır ama Kürtçe bebek ağlaması da acaba yasak mıdır? Kamera ilerler siz sorular sormaya devam edersiniz.  Kamera insan eliyle yapılmış bir gözdür sonuçta odayı tarar, dışarı çıkar, kökleri çok derinlerde olan koca çınara bakar. İlerler belki yıllar yollar boyunca… Mezarını ziyaret eder, sonra bir çocuğun ayağı suya değer. Her su akar yolunu bulur da, insanlığın umudu o minicik kağıt gemicik bulabilir mi? Bu soruların cevabı hiç bilinmez…

Bilinen ama bilinmemesi için gizlenen çok şey vardır. Mem û Zîn efsanesinde anlatıldığı gibi milattan önceki dönemlerden itibaren Kürdistan coğrafyasında yaşayan, Kürtçe konuşan Kürtler vardır. Ve onlar aslında dağ Türkleri değildirler. Kürtçe ıslık çalmanın yasak olduğu, Kürtçe konuşulan kelime başına beş lira ceza ödendiği dönemlerde bile Musa Anter Kürt olduğunu, anadilinin Kürtçe olduğunu ve anasının sütü gibi helal olduğunu haykırmıştır.

Filmde tek bir Musa Anter yoktur.  Paltosu , şapkası aynıdır ama aslında on tane farklı Musa Anter vardır. Baba, dede, eş, şair, yazar, aktivistgazeteci, siyasetçi ve bir ömre sığdırdığı diğer tüm kimlikleriyle karşımızdadır. Eşyalar aynıdır ölmezler. Aslında kaderleri bir ölümlüden daha hazindir. Her şeyi görürler, duyarlar ama hep susarlar. Musa Anter’in şapkası ve paltosu da kim bilir neler görmüştür. Gözaltılar, işkenceler, hapishaneler … Ama hep susmuşlardır, bu yüzden eşya olmak canlı olmaktan daha zordur. 

Filmde şapkayı ve paltoyu giyerek Musa Anter olan her oyuncu René Magritte’nin  resimlerini süsleyen gerçek üstü siyah paltolu şapkalı adam gibidir. Magritte’nin resimlerinde kendisini temsil eden siyah paltolu ve şapkalı adam siluetleri orta sınıf kentli burjuva bir erkeği betimlemektedir. Aynı şekilde Musa Anter’de gerek eğitim düzeyi, sosyo ekonomik durumu, yaşam biçimi, Kürtçeyi kullanma şekli ve zevkleri açısından sınırlı bir azınlığın mensubudur. Varlığından bile habersiz olunan Kürtçe klasikleri okumuş ve dünyayı da iyi bilen bir entelektüeldir. Bu nedenle Musa Anter için Bajari (kentli ya da kent soylu) tanımı yapılabilinir.

Filmde yerel öğeler ile Musa Anter’in kent soyluluğu o kadar iyi harmanlanmıştır ki, seyirci hiçbir oryantalizm tuzağına düşmez. netmen tiyatrocu olmasının da etkisiyle Brechtyen oyunculuğun sınırlarını zorlamış toplumsal tabakalaşmayı giysiler, sesler ve mimikler üzerinden ifade etmiştir. Bu noktada aynı Magritte gibi “imgelerin ihaneti” ile başa çıkmaya çalışmıştır. Musa Anter’in paltosunu ve şapkasını giyen on oyuncu hem Musa Anter’dir, hem de değildir. Musa Anter olmak gerçek üstü bir durum birazda hayaldir. Bu nedenle izleyiciyi düşünmeye ve hayal kurmaya sevk etmektedir.Böylece film, genel geçer sinema dramaturjisinden ayrışarak modern sanata yaklaşmakta, video art çalışmalarına benzemektedir.

Filmin her epizodunun başında sahneye çıkan genç ve  güzel kadının üflediği tüyler havaya uçuşup filmin tamamına saçılmakta, Musa Anter’i küçük kıyamete yaklaştırmaktadır. Filme yayılan acı , İsrafil’in Sur’u üfleyeceği ana kadar sürecektir.  Filmi çerçeveleyen sürrealist eksen, rüyalı bir dünyanın kapılarını aralar. Nüsaybinli kadınlar sıralanmış otururken, bir dua gibi birbirinden ayrılmadan tekrarlanan imgeler,  kendini eski bir televizyondan seyreden Musa Anter’ler, yıkanan ve kana bulanan paralar,  taşlanan daktilo, duvara çeşitli hızlarla atılan onlarca yumurta, babaları gibi işkence sıralarında bekleyen çocuklar…

Ancak, kullanılan bu sürrealist imgeler yabancılaşmayı da beraberinde getirmektedir. Savaşın kanın olduğu , anadilde konuşmanın yasak olduğu bir coğrafyada, hayat tahammül edilmez şekilde “hiper mantıksal gerçekliğin hegemonyası” altındadır. Marx ve Hegel’in “yabancılaşma” olarak tanımladığı bu durum; insanın kendisine, çevresine , evrene duyarsızlaşmasına neden olur. Asasız Musa filminde sıkça rastladığımız  sürrealist bölümler bu nedenle izleyicilerin bilinç altına hitap etmektedir. Böylece aklın yarattığı gerçek bilinç altıyla parçalanmaktadır.  Örneğin, Musa Anter’in kendini eski televizyondan izlediği bölümlerde gerçekle hayal arasındaki o yabancılaşma ancak bilinçaltı ile meşru kılınabilinir.

Filmdeki  bu sürreal bölümler, enstalasyon duygusu yaratmakta ve çok iyi resimler vermekte. Sinema izleyicisi açısından uzun tutulduğu düşünülse de, filmesas duygusunu bu bölümlerden almakta… Filmin gerçekle olan bağlantısı ise Musa Anter’in çocukları Rahşan, Anter ve Dicle ‘nin babalarını anlattığı bölümlerde açığa çıkmaktadır. Yönetmenin en büyük zaafı ise her şeyi metaforlar üzerinden anlatmak konusundaki ısrarıdır. Bazen salt gerçeklerde metaforlar kadar derin anlamlara sahip olabilmektedirler.

Küçücük yaşta ellerine silah verilmiş öldür denilmiş çocuklar , bir duvar içinde yuvasını arayan karıncalar gibidirler. Duvara atılan onlarca yumurta sarısıyla beyazıyla bulamaç haline gelecektir. Cennet- araf- cehennem hepsi bu dünyadadır. Musa Anter, bazen eski Mardin’de bir damdan Mezopotamya’ya bakar, kimi kez  Nusaybin’in bozkırında harabe haline gelmiş evlerin arasında çocuğunu ve dilini arar. Mekanın ruhu ile zamanın ruhunun çakışması en çok bu coğrafyaya yakışmaktadır.

Bu film herhangi bir film olarak değerlendirilmemelidir. Yönetmen kayıp duygusunun tam içinden  çıkarak görüntü demetlerini kolajlamıştır. Hikayenin o kadar içinden bir bakışa sahiptir ki, kimi zaman yönetmenle, Musa Anter’i ve ilahi bir göz olan kamerayı karıştırırız. Müzik kullanımı da filmi bir üst noktaya taşımaktadır.  Filmin müziklerini yapan Murat Hasarı, müzik dehasını bu filmden tekrardan göstermiştir. Filmdeki müziklerde,enstrüman kullanmayarak sadece insan sesi ve ıslığından özgün bir müzik yaratmış. Filmin en önemli noktalarını yükselten, ruh katan Kürtçe ıslıklar ve filmin her bölümünde yer alan bir Kürtçe ağıt mırıltısı son yıllarda dinleyebileceğimiz en iyi film müziğini sunmaktadır.

Sürekli sorular soran ama cevaplarının ne olduğunu kendisi dahi bilmeyen bu deneysel filmde masallar ile ağıt birbirine karışıyor. Ve her masal gibi mutlu sonla bitmiyor. Yaşar Kemal’in dediği gibi Öfkesiz Kürt Musa Anter  bütün film boyunca dilini, toprağını, çocukluğunu ve torunlarını aramıştır. Gerçek isyanını ise filmin sonunda dile getirmektedir. Bir dil, bir vatan parayla satılmaz, satın da alınamaz.  Çığlık çığlığa “ağacın kökü , insanın dili vardır” derken dolarları yere saçmakta ve çekilin gidin yurdumdan demektedir. Çekilin gidin… Hayat beşikte başlar mezarda biter… Musa Anter için bu mavi gök kubbede ölüm yoktur. Musa Anter’in tüm torunları ruhlarını kaybetmiş gölgeler gibi onun sözcüklerine sığınmaktadırlar. Sizlerde o sözcükleri duymak istemez misiniz?

GÖKŞEN AYDEMİR
Sinema Eleştirmeni








15 Haziran 2015 Pazartesi

AYDIN ORAK ROPÖRTAJ - RADİKAL

Sınırlarla derdi olan biriyim

Sınırlarla derdi olan biriyim
Fotoğraf: MARCOS










Tiyatro Avesta, Tiyatro Festivali kapsamında bu akşam 20.30'da Garajistanbul'da 'Daf' (Kapan) adlı oyunlarını sahneliyor. Oyunun yazarı Aydın Orak, 'Daf' için "Militarizm eleştirisi" diyor.
Haber: İPEK İZCİ -ipek.izci@radikal.com.tr / 04/06/2012 
Aydın Orak’ın yazdığı, Murat Garipağaoğlu’nun yönettiği ‘Daf’ (Kapan), kumun üzerinde oynanıyor. Dekorun bir sınır teli olduğu ve bu telin hem sahneyi hem de seyirciyi ikiye ayırdığı sahnede, toprağa çizilen sınırların anlamsızlığı absürd bir anlatımla dile getiriliyor. Oyunu, yazarı ve Tiyatro Avesta’nın yürütücüsü Aydın Orak anlattı.

Tiyatro Avesta, 2003 yılında kuruldu. Oyunlarınızı da genelde Kürtçe sahneliyorsunuz… 
Evet ama son iki oyundur Türkçe üstyazı kullanıyoruz. 2005’te Gogol’un ‘Bir Delinin Güncesi’ oyununu Kürtçe sahneye taşıdık. 2007’de Aziz Nesin’in ‘Sen Gara Değilsin’ oyununu Turgay Tanülkü rejisiyle sahneledik. 2008’de Musa Anter’in yaşamını anlatan ‘Araf/İki Ülke Arasında’ adlı tek kişilik oyunu sahneledik. Dört yıldır Araf’ı sahnelemeye devam ediyoruz. 2009’da Harold Pinter’in ‘Dağ Dili’ ve Mehmed Uzun’un ‘Bir Yiğidin Ölümü’ adlı iki ayrı eserini ‘Bir Dilin Ölümü’ adıyla çapraz kurguyla sahneledik. Şimdi de yazdığım ve Murat Garipağaoğlu’nun yönettiği ‘Daf’ (Kapan) oyununu 18. İstanbul Tiyatro Festivali için sahneliyoruz.

‘Daf’ nasıl çıktı? 
Mardin’in Nusaybin ilçesinin Suriye sınırında doğup büyüdüm. Sınır ve mayınlarla derdi olan biriyim. Bu yüzden yıllarca bu oyunu yazdım, yazdım, tekrar yazdım.

Yani kendi gördüklerinizden yola çıkarak yazdınız... 
Evet ve bu gördüğüm şeyler gerçek şeyler. Sınır, mayın, toprak... 16 yaşıma kadar o sınır boylarında yaşadım. Oyunda geçen her bir konu tamamen gerçekler üzerinden inşa edilip yazıldı. Biz zaman zaman absürd anlar, durumlar koyduk. Fakat hepsi gerçeklik üzerinden gelişti. Provaya gelen dostlarımızın bazıları “Bu kadar olmaz, bu kadar da abartı olmaz” dediklerinde gerçek video görüntülerini izlettiğimizde “Tamam, gerçeklik daha absürd, daha abartılıymış” diyorlar. Hakikaten gerçeklik çoğu zaman tiyatrodan daha daha gülünç, daha absürd, daha acı. Yani hayal gücümüz çoğu zaman gerçekliğin yanından bile geçemiyor. Fakat ‘Daf’ oyununda neredeyse hiçbir sahne hayal gücü ile yazılmadı.

Sizce bu oyun seyirciye ne söyler? 
‘Daf’, militarizm, emperyalizm eleştirisi yapıyor ve savaş karşıtı bir oyun. Haksız ve gereksiz toprağa çizilen sınırların anlamsızlığını absürd bir anlatımla sahneliyoruz. Oyunda belki de şunu demek istiyoruz: Köle değil, tahakküm kuran; özgürlüğü zapt eden, özgür olamaz.

12 Haziran 2015 Cuma

AYDIN ORAK BİYOGRAFİ


AYDIN ORAK BİYOGRAFİ

Aydın Orak, 1982’de doğdu. Gösteri Sanatları Merkezi Tiyatro Yönetmenliği’nde iki yıllık eğitim gördü. Aralarında Gogol, İbsen, Yaşar Kemal, Haşmet Zeybek olmak üzere birçok yazarın oyununu çeviren Orak, İstanbul Bilgi Üniversitesi- Sahne Sanatları ve Performans Bölümünü terk etti.  Asasız Musa uzun metraj filmi 2014 Türkiye’de vizyona girdi. Birçok ulusal ve uluslararası film festivaline katıldı. Ödüller aldı. Yönettiği film ve oyunlarla Türkiye, İsveç, Norveç, Danimarka, Belçika, Almanya, Fransa, İsviçre, Kanada, Avusturya ve Avustralya’da önemli festival ve turnelere katıldı. İskenderiye Uluslararası Film Festivali, Adana Uluslararası Film Festivali, Antakya Film Festivali gibi festivallerde jüri üyeliği yaptı. Direklerarası Tiyatro Ödüllerince Yılın Erkek Oyuncu Ödülü’ne layık görüldü. Şiir, çeviri ve araştırma alanlarında beş tane kitabı yayınladı. Onlarca tiyatro oyununda oyunculuk, yönetmenlik ve çevirmenlik yaptı.  İstanbul’da yaşıyor. 

KATILDIĞI WORKSHOPLAR
PETER BROOK ACTOR WORKSHOP - 2005
ACTOR WORKSHOP MELBOURNE / AUSTRALIA -2013

AYDIN ORAK ROPÖRTAJ HABERTÜRK

Israrla ve yüksek sesle Musa Anter, 

Betül MemişHrant Dink diyeceğiz!

14 Ekim 2014 Salı


Betül Memiş

"Uyudum, uyandım, uyudum, uyandım; kepaze bir yaşam…” diyen en üstadım Kafka modunda ömür sayacına bir çentik daha atarken, memleketim coğrafyasının bit(e)meyen tuhaf/zor zamanlarına dair susasım var, hem de geniş geniş! Erkler nidalarında, bir eli belinde bizleri paylayadursun ‘umut’u ‘umut’ bilip de “devam” diyenler de var…  Nietzsche’nin ‘umut süründürür’ün aksine her şeye rağmen umut diyen, bu şahsına münhasır umut yaratıcılarından biri de tiyatro camiasından kelama düşüp cemalini bildiğim Aydın Orak… Yaklaşık yedi yıldır tiyatro sahnesinden anlattığı “Araf”la, 92’de Diyarbakır’da öldürülen Kürt aydın Musa Anter’i, nam-ı diğer Ape Musa’yı şimdi de “Asasız Musa” adıyla sinema perdesine aktarıyor. Orak’ın ilk uzun metraj filminde Anter'in üç çocuğu da rol alıyor. Ekim başı itibariyle vizyona giren film; Kürt aydın Musa Anter'in yaşamındaki dönüm noktalarını metaforik bir dille anlatıyor. Dört yıllık çalışma sürecinin ardından Mardin merkez, Nusaybin, Akarsu ve Musa Anter'in doğduğu köy olan Zivinge'de çekilen filmde Anter'in yaşamını 10 oyuncu canlandırıyor. Turgay Tanülkü, Aydın Orak, Selamo, Murat Toprak gibi oyuncuların rol aldığı "Musa Anter" karakterine filmde Şenay Aydın da eşlik ediyor. Musa Anter'in çocukları Anter Anter, Dicle Anter ve Rahşan Anter de filmde rol alırken, evinin yanındaki çınar ağacından esinlenerek adını Çınar koyduğu yeğeni de oynuyor. Anlatımı ve altını çizmek istediği meramı bakımından filmi beğenenler olduğu kadar beğenmeyenler de var… Bir de ama şöyle anlatılsaydı diyenler… Fakat gerçek şu ki; arşiv geleneğinin hiç olmadığı memleketim deryasında, bugüne kadar Musa Anter’in üzerine icra edilen en temizinden bir toplama/çalışmadır “Asasız Musa”… Ve ne olursa olsun, bu Aydın Orak’ın Musa Anter’idir… Siyasal ve yaşamsal alanda absürdlükler çemberinde debelenedururken, hala vicdana saplanan oku çıkaramadığımız Musa Anter de şuramızda hiç gidemiyorken, en koyusundan tam da bugünlere bir sestir, boyuttur, algıdır “Asasız Musa”… O minvalde de bundan sonraki Musa Anter ve diğer başka çalışmalara örnek olur niyetiyle sözü Aydın Orak’a bırakıyorum… Şimdilik bulunduğumuz renkten devam!
AYDIN CİNAYETLERİNİ YAŞAYAN BİR ÜLKEYİZ
Söyleşi için oturduğumuz mekanda dahi bana "o Asasız Musa mı?” diyerek sana “Asasız Musa” dedirten filminden desturumuzu verelim istiyorum... Hikayeyi sende yaratan ve yarattıran ilk önce hissiyatını, sonrasında da serüvenini öğrenmek istiyorum?!
Bana gelen e-postanın birinde “Sayın Musa Anter” diye başlıyordu. Bu hissiyatı tanımlayamıyorum desem yeridir. Musa Anter yaptığım tüm anlatılar gibi bir imge idi. Bu imge zaman içerisinde bir metafora, ardından bir film anlatısına dönüştü. Bu süreçte ben bir şey yapayım, bir film, bir oyun, bir şiir demiyorum. O imge kendisi karar veriyor... Ben sadece bir taşıyıcıyım. İçimde biriken duyguların evrilmesi sonucu bir 'şey' ortaya çıkıyor. Bu 'şey' de bazen tiyatro oyunu, bazen film, bazen de bir şiir olabiliyor. Filme çevirme fikri ilk olarak Hrant Dink’in katledilmesinden sonra ortaya çıktı. Maalesef aydın cinayetlerini yaşayan bir ülkeyiz.

Gogol’un paltosu misali filmde Musa Anter, 10 farklı karakterin paltosu oluyor adeta…
Evet... Musa Anter bir palto, bir şapka ve bir bavul olarak simge halini aldı. Bu simge, belki de ruh, her insan evladının giyebileceği, karakterine, bedenine sinebileceği bir tür görünür veya görünmez bir gölge, bir koku olabilir. Bu toprakların esmer ya da kumral çocuklarının bir kısmı veya tümü Apê Musa'nın paltosu misali… Neden olmasın?

Galada dillendirdiğin üzere “bu film Aydın Orak'ın Musa Anter'idir” eyvallah da; sende cümleye düşen Asasız Musa ve Musa Anter kimdir?
Musa Anter bir yazar, bir mücadele insanı... Bir insanın en derinindeki saklı insan... Bir faili belli, kendisi belli, durduğu yer belli olan, hala aramızda, beynimizde filmlerimizde, sahnelerimizde yaşayan bir koca çınar. Çoğu zaman cümleye, kelimeye, söze sığamayan bir kifayetsiz tanım. Bir şiir, bir isyan, bir çocuk, bir dağ, bir ova, bir yumurta, bir daktilo…


Önce tiyatroda, şimdi de sinemada anlatıyorsun Musa Anter’i… İki kadrajda da ne gibi farklılıklar var? Sinemada altını çizmek istediğin mevzu neydi?
Tiyatrodaki Anter bir “Araf”. Yani iki dil ve iki kültür arasındaki köprünün nasıl olduğu bir köprü. Köprü olmak bazen insan olmaktan daha zordur. Köprü olmak: Taşımak, sırtlamak, denge olmak... İkisinin tam ortasında olmak... İşte tam da zor olan olmak... İkisi olmak bazen olamamaktır da... Bazen köprünün her iki tarafı, her iki yanağınızın aşağısında olabilir veya yukarısında olabilir. İşte “Araf” bu kadar net olabiliyorken, “Asasız Musa” size net cevap vermeyen hatta neredeyse hiç cevap vermeyen, mütemadiyen soru soran bir yerde durur. Size sorulan soruları cevaplamanızı, analiz yapmanızı, kadraja yansıyanı adeta bir kitap gibi okumanızı istese? Siz de okusanız, fena mı olur!?
BU ÜLKENİN AYDIN-ENTELLERİ HEP AYNI YERDE OLDULAR
Araya sıkıştırmak istiyorum; popüler ve tüketimi hızla onaylandırılan bir sistemde böylesi bir belgesel/filme girişmek; delileri severim eyvallah da biraz arka tarafını duymak istiyorum, yaşadığın tiyatro ve sinema düzeyindeki zorlukları?
'Hiç kimseye boyun eğmeyip, kimseye zarar vermeyene deli derler' ikimiz ben-sen olan bu meziyeti severim. Bir şey film, tiyatro tasarlarken ilk önce 'kimin için yapıyorum?' diye sorarım. Eğer bir derdiniz varsa ve bunu her şeyi ve herkesi göze alarak yapıyorsanız, tüm olumsuzluklara da dünden razı olur musunuz? Asla! Olumsuzluklar yaptıklarınızı seyirciye ulaşma konusunda sıkıntı, yasak, engel yaratıyorsa buna karşı mücadelenin her türlüsü verilir. Sinemada, tiyatroda ödenek başlıca nedenler gibi görünür malumunuz.

Yasaklanan belgeselin “Berivan”dan sonra yeniden böyle bir sürece girmek sende ne gibi hemhallere sebep oldu? Sözü gelmişken “Berivan”da yaşadıklarını bir de buradan dinleyebilir miyiz? Sence böylesi mevzularda neden sanat camiası susuyor-içine kaçıyor? Nerede yanlış yapıyoruz?
Bir belgesel yaptım birkaç önce ve bu film eser işletme belgesi alamadı. Yani nazikçe yasaklandı. Fakat ülke çapında hiç kimse tek kelime etme gereği duymadı. Çünkü söz konusu film bir katliamın belgesiydi. Bu belgeyi kamuoyuna sundum. Bunu engellediler. Bu ülkenin aydın-entelleri hep aynı yerde oldular. Ne zaman adam gibi bir şeye karşı çıktılar ki, buna karşı çıksınlar. Devleti karşılarına alıp?! Bu riyakarlık ve korkaklık o kadar içlerine sinmiş ki, kırılması mümkün değil.

1992'de katledilen Musa Anter'in hala gözyaşı kurumamış ve birçok mevzuda olduğu gibi adalet çarkını işletememişken, 7-8 yıldır Musa Anter'in biyografisi ve kelamıyla haşır neşir olan bir insan olarak ne söylemek istersin?
Musa Anter'in yaşadığı bunca işkence, yasak, hapis ve sürgünlerin hesabı verilmemişken, yüzleşmemişken bu ülke, üstüne bir de öldür! Ve katilleri hala aramızda olsun! Dönemin devlet erkanında olsun... Şimdinin ağa-paşa modlarında yaşasın... Bu böyle olduğu sürece, bu failler yargılanmadıkça, ısrarla büyük harflerle ve yüksek sesle Musa Anter, Sabahattin Ali, Uğur Mumcu, Hrant Dink diyeceğiz ve bu can, bu bedende oldukça devam edecektir.

APE MUSA’NIN YAŞADIĞI KÜRT HALKININ YAŞADIĞI ŞEYLERDİR


Film sadece Ape Musa'yı ya da “Aydın Orak'ın Musa'sı”nı anlatmıyor, aynı zamanda algısı geniş kapılı bir 90'lar Türkiyesi de resmediyor: 2014'ten bakınca nasıl görünüyor?
Sadece 90'lar değil! 1940'lardan bu yana çeşitli anekdotlar var filmde. Apê Musa'nın yaşadığı şahit olduğu olaylar Kürt halkının yaşadığı şeylerdir. Her konuştuğu Kürtçe kelime cezası olarak para ödendiği, Kürtçe ıslık çalmanın yasak olduğu, 49'lar davası, ölümler, yasaklar bunları Apê Musa yaşamış ve anlatıyor. Fakat tüm bunlar Kürt halkının her bireyinin yaşadığı genel geçer olaylardır. Bugün 90'lardan çok bir farkı olduğunu sanmıyorum.

Sence filmin izleyiciler tarafından anlaşılabilecek mi? Sanat yapıyorken anlaşılmak o kadar da önemli midir yoksa zaman denen algı mı bir şekilde onu anlamlı kılar?
Sanat dediğimiz kelam pekala anlaşılmak ister… Fakat bu isteme biçimi o kadar çetrefilli ki! Birine göre anlaşılmaz iken, diğerine göre çok basit olabiliyor. O halde bunu nasıl çözeceğimizi bir kenara bırakırsak, yani kim neyi nasıl, ne düzeyde anlayacağını bir kenara bırakalım. Biz bir 'şey'i ne derinlikte anlıyoruz. Ben bir şeyi anlayabiliyorsam, anlamlandırabiliyorsam, okuyabiliyorsam, izleyen de bunu yapar. Seyirci benden geride değil, tam tersi çoğu seyirci yaptığım imge ve metaforları benden daha iyi okuyabiliyor, anlamlandırabiliyor. Ben bir anlam yüklerken seyirci bana 10 farklı anlamla geliyor. Burada bilmeyen cahil olan benim. Benim ne haddime onlara bir şey öğretmeye çalışmak!

Tiyatroculuğunun artı ve eksisi neler oldu Asasız Musa’da… Zira filmde en âlâsından tiyatro kelamı hakimdi; yapmak istediğin tam da bu muydu?
Aynen öyle... Tiyatrodan sinemaya bir şeyler taşımak istedim kendi taşıtabildiklerim çerçevesinde. Brecht ve epik anlatım... Bu kendimce oyunculuk, kamera kullanımı, epizotlarla anlatım gibi algıları sinemada kullandım.

Şimdiye kadar filmi izleyenlerin eleştirileri ne yönde oldu; aldığın en absürd eleştiri nedir ya da seni mesut eden?
Benim mesut olmak gibi bir beklentim olmadı. Fakat filmi okuyabilen çok iyi yazılar çıktı. Benden daha iyi analiz edilmiş. Fakat çok komik yazılar da çıktı. Örneğin bir sinema yazarı "oyuncular kameraya bakıyor, kamera sallanıyor, sahne hep kararıyor, birbirinden alakasız sahneler vb." gibi cümleler kurmuş. Eğer siz epik tiyatroyu veya göstermeci biçimin ne olduğunu bilmiyorsanız böyle komik duruma düşersiniz. Oyuncuların kameraya bakması, kameranın teklemesi, sahnelerin epizodik olması, her sahnenin tek başına tasarlandığını ama bütünün parçaları olduğunu yönetenin bilerek yaptığını anlamayacak kadar tekdüze düşünür.

TEPKİNİ KOY GEREKİRSE FİLMİ TERK ET AMA FİLMDE UYUMA!

Filmde duvar-kayalıklara atılan yumurta ve adeta recm edilen / yerde taşlanan bir daktilo gibi gerçekten biz izlekleri acayip diyarlara salan metaforlar var, bunların sende ve yaşadığımız coğrafyadaki tezahürü nedir?
Bu sahneleri yazarken bu coğrafyanın mitolojisinden tutun, değerleri, geleneklerine kadar düşünerek yazdım. Çok uzun sürdü bu süreç. Öyle bir anlatım olmalı ki, bir tek anlama gelmesin, birçok anlamı taşısın istedim. Onun için bu filmin demokratik bir film olduğunu söylüyorum. Herkes sözünü söylesin. Bu film seyirciyi o pasiflikten çıkartıp kendi sözünü söylesin, kendi eylemini koysun, birey olduğunu anlasın istedim. Onun için filmin ortasında sinemayı terk etmesini de en haklı eylem biçimi olarak görüyorum. İşte tam da istediğim bu. Evet, sen bir bireysin, tepkini koy ve gerekirse filmi terk et ama filmde uyuma!

Bu arada yapım şirketi kurma fikri bu filmle mi oluştu? Neden?
Evet. Zorunluluktan. Eser işletme belgesi, bandrol, fatura… Bunlar olmadan vizyon zor olacaktı. Bir de yeni projeler var. Hem film projeleri hem Tiyatro Avesta'nın resmi işlemleri bu şirket üzerinden yapılacak.

Tiyatro Avesta’dan bahsedelim, neler oluyor o tarafta da;  yeni projelerin var mı, tiyatro ve sinema anlamında?!
Evet. Yeni tiyatro oyunlarının yanı sıra eski oyunlar da devam edecek. Bir de yeni film veya belgesel filmler.

Vakti zamanında Kürt kelimesinin bile telaffuzu yapılamazken sen ve senin minvalinde çok az grup Kürt Tiyatrosu’nda tüm zorluklara rağmen devam ediyorsunuz; bu kapsamda da yaşadığın zorluklar neler?! Kürt Tiyatrosu’nun bunca zamandır aldığı yolu nasıl değerlendiriyorsun; ayrıca Türkiye Tiyatrosu’nda diğer tiyatro gruplarının ve izleyicinin Kürt Tiyatrosu’na karşı ilgisini nasıl  gözlemliyorsun?
Kürt tiyatrosu son dönemlerde biraz da olsa görünür hale geldi. Fakat 1990’lardan beri Türkiye’nin batısı e doğusunda Kürt tiyatrosu icra ediliyor. Şu sıralar Kürt tiyatrosu adı altında bir kitap hazırlıyorum. Mezopotamya’da tiyatronun doğuşundan geleneksel Kürt tiyatrosuna, dengbejlikten Osmanlı’da Kürt tiyatrosuna, Türkiye, Irak, Suriye, İran, Ermenistan, Avrupa’da Kürt tiyatrosu başlıklarına kadar geniş kapsamlı bir kitap. Bu kitapta tarihi ve güncel bilgiler belgeleriyle beraber yer alıyor. Fakat bugünkü süreç daha devamlılığı olan bir periyotta gidiyor. Kürt tiyatrosu hep var oldu ve varolmaya devam ediyor. Bazen tökezliyor. Zorluklarla ite kaka arlığını sürdürüyor. Şu sıralar özellikle İstanbul’da birkaç ekip var. Bu ekipler çok zor şartlarda da olsa bir şeyler yapıyorlar.