Asasız Musa Film Analizi
Tarihler 20 Eylül 1992’yi gösteriyordu. Sıcacık bir yaz yerini serin ve yeşil bir sonbahara bırakmıştı. İşte o gün Apê Musa’yı haince öldürdüler. İkisi sol bacağına, birikalbine diğeri kafasına dört kurşunla gitti. Diyarbakır kan ağladı o gece… Bir Apé Musa ölmüş…Bir Apê Musa ölmüş ama kendisinin Qimil (Kımıl) şiirinde söylediği gibi “Üzülme bacım, seni kımıl, süne ve sömürenlerin zararından kurtaracak kardeşlerin yetişiyor artık.” Apé Musa’nın torunları yetişiyor . Evinin bahçesindeki ağacın kökleri gibi toprağa tutunuyor, kendi insanına, öz coğrafyası Kürdistan’a ve ana diline sıkı sıkı tutunuyor.
İşte Apê Musa’nın torunlarından biri de Aydın Orak. Aydın Orak, Kürtçe tiyatro yapan ilk topluluklardan olan Tiyatro Avesta’nın kurucusu ve “Araf” oyunuyla yedi sezondur Musa Anter’e sahnede hayat veriyor. Musa Anter’i dünyanın her yerindeki gerçek torunlarına yeniden anlatıyor. 2009 yılında ilk belgeseli Berivan'ı çeken Orak, bu belgeselinde 1992 Cizre Nevruz’unda Berivan Cizre’nin yaşadıklarına ayna tutuyor. Döneminde çok tartışılan bu belgesel, yakın tarihe tanıklık eden gerçek bir suç duyurusu niteliği taşımakta. İlk uzun metrajlı filmi “Asasız Musa” ise 3 Ekim’de vizyona girecek. Asasız Musa filminde Musa Anter’i anlatmaktan öte onunla ilgili sorular soran, filmin her karesinde iç sesiyle ona bitmek bilmeyen ağıtlar yakan bir yönetmenle karşı karşıyayız.
Aydın Orak, bu filmde gerek profesyonel gerek amatör oyuncularla çalışarak filmin oyunculuk yanının çeşitlenmesini sağlamıştır. Deneyimli oyuncu Turgay Tanülkü, Şenay Aydın ve Selamo’nun yanında amatör oyuncular olan Ahmet Acar ve Murat Toprak filme sinerji katmıştır. Kuşkusuz filmin teknik ve yönetsel kusurları vardır ancak Aydın Orak kendine ait bir dil kurmaya çalışan, son yıllarda Türk sinemasının gördüğü en özgün yönetmenlerden biridir.
Hikaye Musa Anter’ın Nusaybin Akarsu’da anıt mezarının da bulunduğu evde başlar. Titrek bir el kamerası ilerler odanın içinde, sanki Apê Musa yürüyordur , iki kurşun yemiş ayağı aksıyordur arada, kamera bu yüzden odanın içinde sallanıyordur. Bir beşiğe takılır gözümüz, Musa Anter’in doğacak yeni torunlarını huzurlu uykulara taşıyacak bir beşiktir bu. Kürtçe ıslık yasaktır ama Kürtçe bebek ağlaması da acaba yasak mıdır? Kamera ilerler siz sorular sormaya devam edersiniz. Kamera insan eliyle yapılmış bir gözdür sonuçta odayı tarar, dışarı çıkar, kökleri çok derinlerde olan koca çınara bakar. İlerler belki yıllar yollar boyunca… Mezarını ziyaret eder, sonra bir çocuğun ayağı suya değer. Her su akar yolunu bulur da, insanlığın umudu o minicik kağıt gemicik bulabilir mi? Bu soruların cevabı hiç bilinmez…
Bilinen ama bilinmemesi için gizlenen çok şey vardır. Mem û Zîn efsanesinde anlatıldığı gibi milattan önceki dönemlerden itibaren Kürdistan coğrafyasında yaşayan, Kürtçe konuşan Kürtler vardır. Ve onlar aslında dağ Türkleri değildirler. Kürtçe ıslık çalmanın yasak olduğu, Kürtçe konuşulan kelime başına beş lira ceza ödendiği dönemlerde bile Musa Anter Kürt olduğunu, anadilinin Kürtçe olduğunu ve anasının sütü gibi helal olduğunu haykırmıştır.
Filmde tek bir Musa Anter yoktur. Paltosu , şapkası aynıdır ama aslında on tane farklı Musa Anter vardır. Baba, dede, eş, şair, yazar, aktivist, gazeteci, siyasetçi ve bir ömre sığdırdığı diğer tüm kimlikleriyle karşımızdadır. Eşyalar aynıdır ölmezler. Aslında kaderleri bir ölümlüden daha hazindir. Her şeyi görürler, duyarlar ama hep susarlar. Musa Anter’in şapkası ve paltosu da kim bilir neler görmüştür. Gözaltılar, işkenceler, hapishaneler … Ama hep susmuşlardır, bu yüzden eşya olmak canlı olmaktan daha zordur.
Filmde şapkayı ve paltoyu giyerek Musa Anter olan her oyuncu René Magritte’nin resimlerini süsleyen gerçek üstü siyah paltolu şapkalı adam gibidir. Magritte’nin resimlerinde kendisini temsil eden siyah paltolu ve şapkalı adam siluetleri orta sınıf kentli burjuva bir erkeği betimlemektedir. Aynı şekilde Musa Anter’de gerek eğitim düzeyi, sosyo ekonomik durumu, yaşam biçimi, Kürtçeyi kullanma şekli ve zevkleri açısından sınırlı bir azınlığın mensubudur. Varlığından bile habersiz olunan Kürtçe klasikleri okumuş ve dünyayı da iyi bilen bir entelektüeldir. Bu nedenle Musa Anter için Bajari (kentli ya da kent soylu) tanımı yapılabilinir.
Filmde yerel öğeler ile Musa Anter’in kent soyluluğu o kadar iyi harmanlanmıştır ki, seyirci hiçbir oryantalizm tuzağına düşmez. Yönetmen tiyatrocu olmasının da etkisiyle Brechtyen oyunculuğun sınırlarını zorlamış toplumsal tabakalaşmayı giysiler, sesler ve mimikler üzerinden ifade etmiştir. Bu noktada aynı Magritte gibi “imgelerin ihaneti” ile başa çıkmaya çalışmıştır. Musa Anter’in paltosunu ve şapkasını giyen on oyuncu hem Musa Anter’dir, hem de değildir. Musa Anter olmak gerçek üstü bir durum birazda hayaldir. Bu nedenle izleyiciyi düşünmeye ve hayal kurmaya sevk etmektedir.Böylece film, genel geçer sinema dramaturjisinden ayrışarak modern sanata yaklaşmakta, video art çalışmalarına benzemektedir.
Filmin her epizodunun başında sahneye çıkan genç ve güzel kadının üflediği tüyler havaya uçuşup filmin tamamına saçılmakta, Musa Anter’i küçük kıyamete yaklaştırmaktadır. Filme yayılan acı , İsrafil’in Sur’u üfleyeceği ana kadar sürecektir. Filmi çerçeveleyen sürrealist eksen, rüyalı bir dünyanın kapılarını aralar. Nüsaybinli kadınlar sıralanmış otururken, bir dua gibi birbirinden ayrılmadan tekrarlanan imgeler, kendini eski bir televizyondan seyreden Musa Anter’ler, yıkanan ve kana bulanan paralar, taşlanan daktilo, duvara çeşitli hızlarla atılan onlarca yumurta, babaları gibi işkence sıralarında bekleyen çocuklar…
Ancak, kullanılan bu sürrealist imgeler yabancılaşmayı da beraberinde getirmektedir. Savaşın kanın olduğu , anadilde konuşmanın yasak olduğu bir coğrafyada, hayat tahammül edilmez şekilde “hiper mantıksal gerçekliğin hegemonyası” altındadır. Marx ve Hegel’in “yabancılaşma” olarak tanımladığı bu durum; insanın kendisine, çevresine , evrene duyarsızlaşmasına neden olur. Asasız Musa filminde sıkça rastladığımız sürrealist bölümler bu nedenle izleyicilerin bilinç altına hitap etmektedir. Böylece aklın yarattığı gerçek bilinç altıyla parçalanmaktadır. Örneğin, Musa Anter’in kendini eski televizyondan izlediği bölümlerde gerçekle hayal arasındaki o yabancılaşma ancak bilinçaltı ile meşru kılınabilinir.
Filmdeki bu sürreal bölümler, enstalasyon duygusu yaratmakta ve çok iyi resimler vermekte. Sinema izleyicisi açısından uzun tutulduğu düşünülse de, filmesas duygusunu bu bölümlerden almakta… Filmin gerçekle olan bağlantısı ise Musa Anter’in çocukları Rahşan, Anter ve Dicle ‘nin babalarını anlattığı bölümlerde açığa çıkmaktadır. Yönetmenin en büyük zaafı ise her şeyi metaforlar üzerinden anlatmak konusundaki ısrarıdır. Bazen salt gerçeklerde metaforlar kadar derin anlamlara sahip olabilmektedirler.
Küçücük yaşta ellerine silah verilmiş öldür denilmiş çocuklar , bir duvar içinde yuvasını arayan karıncalar gibidirler. Duvara atılan onlarca yumurta sarısıyla beyazıyla bulamaç haline gelecektir. Cennet- araf- cehennem hepsi bu dünyadadır. Musa Anter, bazen eski Mardin’de bir damdan Mezopotamya’ya bakar, kimi kez Nusaybin’in bozkırında harabe haline gelmiş evlerin arasında çocuğunu ve dilini arar. Mekanın ruhu ile zamanın ruhunun çakışması en çok bu coğrafyaya yakışmaktadır.
Bu film herhangi bir film olarak değerlendirilmemelidir. Yönetmen kayıp duygusunun tam içinden çıkarak görüntü demetlerini kolajlamıştır. Hikayenin o kadar içinden bir bakışa sahiptir ki, kimi zaman yönetmenle, Musa Anter’i ve ilahi bir göz olan kamerayı karıştırırız. Müzik kullanımı da filmi bir üst noktaya taşımaktadır. Filmin müziklerini yapan Murat Hasarı, müzik dehasını bu filmden tekrardan göstermiştir. Filmdeki müziklerde,enstrüman kullanmayarak sadece insan sesi ve ıslığından özgün bir müzik yaratmış. Filmin en önemli noktalarını yükselten, ruh katan Kürtçe ıslıklar ve filmin her bölümünde yer alan bir Kürtçe ağıt mırıltısı son yıllarda dinleyebileceğimiz en iyi film müziğini sunmaktadır.
Sürekli sorular soran ama cevaplarının ne olduğunu kendisi dahi bilmeyen bu deneysel filmde masallar ile ağıt birbirine karışıyor. Ve her masal gibi mutlu sonla bitmiyor. Yaşar Kemal’in dediği gibi Öfkesiz Kürt Musa Anter bütün film boyunca dilini, toprağını, çocukluğunu ve torunlarını aramıştır. Gerçek isyanını ise filmin sonunda dile getirmektedir. Bir dil, bir vatan parayla satılmaz, satın da alınamaz. Çığlık çığlığa “ağacın kökü , insanın dili vardır” derken dolarları yere saçmakta ve çekilin gidin yurdumdan demektedir. Çekilin gidin… Hayat beşikte başlar mezarda biter… Musa Anter için bu mavi gök kubbede ölüm yoktur. Musa Anter’in tüm torunları ruhlarını kaybetmiş gölgeler gibi onun sözcüklerine sığınmaktadırlar. Sizlerde o sözcükleri duymak istemez misiniz?
GÖKŞEN AYDEMİR
Sinema Eleştirmeni
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder