27 Mayıs 2020 Çarşamba

ASASIZ MUSA VE GÖSTERGEBİLİM

Göstergelerle Bir Sinema Anlatısı                                                      

*FİLM ANALİZ

Rüzgarı kekik, reyhan ve kaçak tütün kokan toprakların Apê Musa'sının Nevala Kasaba ağıdında söylediği gibi; ''Yaşamanın bir başka adı direnmekti.'' 

Direnmek ki; Kürt'ün, onlarca yıl kendi kaderinin şifrelerini dekode etmeye mecbur edilişi ve  itinalı bir acımasızlıkla, kenarlarına taşırmadan kendilerine çizilen sınırlarda bir nevi hazan ve hüzün dansına zorlanışıydı. 

20 Eylül 1992'de, ülkede o zamana dek işlenmiş fikir cinayetleri zincirine eklenen diğer bir halkaydı Musa Anter'in katli. Kalemi de fikirleri kadar keskin ve kaynağına sığmaz bu düşünce adamı, 1959'dan 92'ye kadar olan süreçte, koyduğu her bir tuğla ile Kürt Yazını piramidini en yüksek seviyeye taşıdı ve kendisinden sonra yetişen evlatlarına, açtığı yoldan    yürüyebilme değerini miras bıraktı. Anter, karanlıktan, tam da ışığın sızdığı diğer boyuta geçerken, Kürt kültürüne, felsefesine ve siyasetine  kazandırdığı esas hüviyetin hem manevi hem sinemasal anlamda bekasını teşkil ettiği için tiyatrocu ve yönetmen Aydın Orak'a gökyüzünden kıvançla gülümsüyor. Orak, salonlarda izleyicisiyle buluşan ilk uzun metrajlı biyografi  janrındaki Asasız Musa'sı ile aynı gökyüzüne bir selam çakıyor. Halihazırda yıllardır oynadığı tek kişilik oyunu Araf 'la, Anter cinayetini, teatral tonlarla, kendi  büyük puntolarıyla vurgulayan sanat adamı bu kez, tiyatro sahnesinden inerek kamerasının başına geçiyor. Özgür ve özgün kamera diliyle son derece göstergesel ve deneysel bir  dışavurumla, Ape Musa'yı salt bir sinema unsuru olmaktan öteye götürüyor; Anter'i bir silüet olmaktan kurtararak metaforlarla nakşolunan somut bir gerçekliğe dönüştürüyor.

Filmde,dopingini sembolizmden alan her sahne, her ayrıntı, aslında Musa Anter'in bir öncekinden daha 'sağ salim' ve 'hayatta' olduğunu seyirciye hatırlatırken Aydın Orak'ın  tiyatrodan da alışageldiği Brechtyen biçemi, izleyenini o an olup bitenden ve mekandan bilişsel bağlamda soyutlamaya da devam eder. 

Az diyalogla bile belagatı kuvvetli ve meselesine bağlı bir tonda seyreden film, görsel semiyoloji başlığı altında incelenebilecek sayısız metaforla dolu. Buna bağlı olarak hemen ilk karede bizi karşılayan ve usul usul sallanan 'boş beşik' hem bebek Anter'in hem de  'artık orada olmayışın', 'tüketilmişliğin' belirtkeni olarak seyirciyi içeri buyur etmektedir. 

Sözgelimi bu boş beşik, haklı meselesinden ötürü sonsuzluk denen belirsiz bir boşluğa itilmiş Ape Musa'nın, yetim kalan insanlarının -Kürt Toplumunun- melankolisi olarak da tezahür edebilir. Biz tam da  bu boşlukta gezinirken, gerçekliğe uyandırıldığımız saat alarmı işlevi gören el kamerası, sırasını devralır ve Akarsu'da Anter'in doğduğu evin içinde ve bahçesinde, bize 74 yıllık öykünün tur rehberliğini yapmaya başlar. Böyle bir girizgahın ertesinde, elinde kağıt gemisini  suyun üzerinde yüzdüren küçük çocuğun, su kadar dilsiz ve sakin oluşu, bize ileride Anter'in yaşamının da su üzerinde seyreden bir garip kağıt gemi olacağının habercisi kıvamında. Film süresince yönetmen tarafından titizlikle konuşlandırılmış tüm bu kod dizilimi,  Musa Anter'in mücadele dolu yolculuğunu adeta bir yapboz bütünü gibi algılamamızı sağlayıp her parçayla-metaforla- bizi sonuca götürüyor. 

Asasız Musa'nın neden görsel semiyolojik eksende incelenmesi gerektiğinin pek çok nedeni var; Bunlardan ilk akla geleni ise Psikanalizin, Göstergebilim'in en temel dayanak noktalarından oluşu, bu da bizi şunun sağlamasına götürüyor ki, yönetmenin kullandığı her simge, görüntü ve obje bir anlamda, 'aynayı kendine çevir, geçmişte yaşananları daha fazla şuuraltında bekletme' önermesi mahiyetinde. Edebiyattaki temelleri ilk kez;  John Locke tarafından Essays Concerning Human Understanding'de atılan ve göstergebilim  tartışıldığında akla gelen ilk isimler olan Roland Barthes, Mihail Bahtin ve Umberto Eco gibi önemli yazın figürlerinin kuramlarından belirgin izlere rastlıyoruz filmde sıkça. O sahnelerden en akılda kalanı ise yönetmenin son derece sürreal bir sunuşla anlattığı Musa Anter'in kendisini televizyonda seyrediyor oluşu. Somut ve gerçek bir coğrafyada artık bu dünyadan olmayanın kendisiyle kurduğu iletişim bu gerçeküstü resimde ete kemiğe bürünüyor. Yine filmde kullanılan bu dolaylama sanatı, artık Anter'den bağımsız olarak düşünülemeyecek olan pardösü ve tahta bavul ile şairin dünyasına daha yakın bir okuma yapabilmemiz açısından güçlü şiarlar eşliğinde devam ediyor. Karanlık bir odada, yanı başında, hep yolculuk durumunda diğer bir deyişle; sürgünde olduğunun temsili söz konusu bavulu ile küçük bir aralıktan kendisine doğru süzülen huzmeye doğru elem sigarasını tüttürüyor. 

Asasız Musa'nın yaratıcısı Aydın Orak için, ilk biyografi / belgesel denemesinde, algıları yormayacak türde bir simgecilik ile ilerlediğini söylemek yanlış olmaz zira buna en bariz örnek olarak daktilo taşlama sahnesi gösterilebilir. Oldukça direkt ve perdesiz bir temsil ile anlatılmaya çalışılan şey;  İnsanların biteviye, düşünceleri uğruna öldükleri topraklarda aslında Anter'in  diğer tüm çağdaşlarıyla hemhal oluşudur. Fırlatılan her kayada görüş seviyesinin biraz daha altında kalan Apê Musa, öyle ki daktilonun ta kendisidir, sabittir, öylece durur her taşlamada, belki gözden kaybolur ancak cismen ve fikren hala oradalığını bağırmaktadır.

Filmde farklı suret ve işaretlerde yakaladığımız Musa Anter, yeniliğe ve sonsuzluğa dökülen su kaynağı bazen de minareye karşı süzülen bir uçurtma olur. Boşluktaki bu kararsız süzülüş  uçurtmanın kaderi olacaktır. Ne tam olarak yere değebilecek ne de gökyüzünde kaybolabilecektir. Yaşamını ve özgürlüğünü hep başkaları tayin edecektir. Yönetmen, uçurtma resminden hesapla bir açıdan Musa Anter meselesinin izdüşümünü sunmuştur. 

Filmin genel fonuna hakim etnik motifler, zengin Akarsu ve Zivinge görselleri ile desteklenmiş. Yukarı Mezopotamya, belki de karşımızda ilk kez bu kadar lirik. Sinematografik ekolar bu nedenlerden dolayı da oldukça vurucu. Şehre ait görsel bütünlük, Güneydoğu'nun coğrafi ve beşeri yüzünü tam olarak yansıtmakta hiç zorlanmıyor. Yine filmde tanıtılan bir başka unsur da, Ezidilikte kutsal sayılan ve Melek-î Tavus’u işaret eden tavus kuşudur. Doğu mitolojisinde ve dininde Tanrı Ezda’nın yarattığına inanılan Melek-î Tavus, iyilik ve kötülük, cennet ile cehennem arasındaki dinamik dengeden sorumludur ve simgesel olarak; şekil değiştirip  reenkarne olma yani yeniden doğma ile ilişkilendirilir.  Musa Anter’in her surette ve yansımada yeniden doğuşuna, hatta hiç yok olmamışlığına gönderilen mitolojik ve dinsel bir selamdır belki de. İnanışa göre Melek-î tavusun, asil, eğilmez ve gururlu oluşundan sebep cezalandırılmış olması ile Anter’in tüm yaşamını ve kalemini haklı davası uğrunda çürütmesi ve sonunda cezalandırılması arasında soyut bağlantılar kurulabilir. Ayrıca bu kutsal varlık, renklerinin çeşitliliği ve duruşuyla istisnai bir güzelliğe haizdir, bu yönleriyle de son derece başarılı bir Musa Anter atıfıdır. Zira Anter, ortalamanın üzerinde bir sosyo kültürel nosyona sahiptir, entelektüeldir, filozofdur.

Yönetmen Aydın Orak, iyimser, umutlu ve insani temennilerle, bu dünyadan geçen bir Kürt bilgesini, kendi süzgecinden geçirip bizim algılarımıza akıtıyor. Alt vurgularında ise; kalem cinayetlerine dikkat çekme, renklerin ve farklılıkların kucaklanması, kültürler barışı gibi önermelerle.

Eski zamanlardan beri gözünden inen acı suyunu içine akıtan çorak topraklar, belki de Asasız Musa’dan sonra daha pek çok anlatıcıya ilham olacak. Sezen Aksu’nun kelimelerinde bulduğumuz gibi: 

“Bu bir bataklık, Yutuyor körpe tomurcukları, Dört kitap yazıyor, Eşittir Tanrı’nın çocukları”


PELİN DÜNDAR

Akademisyen





 



25 Mayıs 2020 Pazartesi

AYDIN ORAK'TAN BİR APE MUSA AĞITI - Makale

 Asasız Musa Film Analizi

Tarihler  20 Eylül 1992’yi gösteriyordu. Sıcacık bir yaz yerini serin ve yeşil bir sonbahara bırakmıştı. İşte o gün Apê Musa’yı haince öldürdüler. İkisi sol bacağına, birikalbine diğeri kafasına dört kurşunla gitti. Diyarbakır kan ağladı o gece… Bir Apé Musa ölmüş…Bir Apê Musa ölmüş ama kendisinin Qimil (Kımıl) şiirinde söylediği gibi Üzülme bacım, seni kımıl, süne ve sömürenlerin zararından kurtaracak kardeşlerin yetişiyor artık.”  Apé Musa’nın torunları yetişiyor . Evinin bahçesindeki ağacın kökleri gibi toprağa tutunuyor, kendi insanına, öz coğrafyası Kürdistan’a ve ana diline sıkı sıkı tutunuyor. 

İşte Apê Musa’nın torunlarından biri de Aydın Orak. Aydın Orak, Kürtçe tiyatro yapan ilk topluluklardan olan Tiyatro Avesta’nın kurucusu ve  “Araf” oyunuyla yedi sezondur Musa Anter’e sahnede hayat veriyor. Musa Anter’i dünyanın her yerindeki gerçek torunlarına yeniden anlatıyor.  2009 yılında ilk belgeseli Berivan'ı çeken Orak, bu belgeselinde 1992 Cizre Nevruz’unda Berivan Cizre’nin yaşadıklarına ayna tutuyor. Döneminde çok tartışılan bu belgesel, yakın tarihe tanıklık eden gerçek bir suç duyurusu niteliği taşımakta.  İlk uzun metrajlı filmi  “Asasız Musa” ise 3 Ekim’de vizyona girecek. Asasız Musa filminde Musa Anter’i anlatmaktan öte onunla ilgili sorular soran, filmin her karesinde iç sesiyle ona bitmek bilmeyen ağıtlar yakan bir yönetmenle karşı karşıyayız. 

Aydın Orak, bu filmde  gerek profesyonel gerek amatör oyuncularla çalışarak filmin oyunculuk yanının çeşitlenmesini sağlamıştır. Deneyimli oyuncu Turgay Tanülkü, Şenay Aydın ve Selamo’nun yanında amatör oyuncular olan Ahmet Acar ve Murat Toprak filme sinerji katmıştır. Kuşkusuz filmin teknik ve yönetsel kusurları vardır ancak Aydın Orak kendine ait bir dil kurmaya çalışan, son yıllarda Türk sinemasının gördüğü en özgün yönetmenlerden biridir. 

Hikaye Musa Anter’ın Nusaybin  Akarsu’da anıt mezarının da bulunduğu evde başlar. Titrek bir el kamerası ilerler odanın içinde, sanki Apê Musa yürüyordur , iki kurşun yemiş ayağı aksıyordur arada, kamera bu yüzden odanın içinde sallanıyordur. Bir beşiğe takılır gözümüz,  Musa Anter’in doğacak yeni torunlarını huzurlu uykulara taşıyacak bir beşiktir bu. Kürtçe ıslık yasaktır ama Kürtçe bebek ağlaması da acaba yasak mıdır? Kamera ilerler siz sorular sormaya devam edersiniz.  Kamera insan eliyle yapılmış bir gözdür sonuçta odayı tarar, dışarı çıkar, kökleri çok derinlerde olan koca çınara bakar. İlerler belki yıllar yollar boyunca… Mezarını ziyaret eder, sonra bir çocuğun ayağı suya değer. Her su akar yolunu bulur da, insanlığın umudu o minicik kağıt gemicik bulabilir mi? Bu soruların cevabı hiç bilinmez…

Bilinen ama bilinmemesi için gizlenen çok şey vardır. Mem û Zîn efsanesinde anlatıldığı gibi milattan önceki dönemlerden itibaren Kürdistan coğrafyasında yaşayan, Kürtçe konuşan Kürtler vardır. Ve onlar aslında dağ Türkleri değildirler. Kürtçe ıslık çalmanın yasak olduğu, Kürtçe konuşulan kelime başına beş lira ceza ödendiği dönemlerde bile Musa Anter Kürt olduğunu, anadilinin Kürtçe olduğunu ve anasının sütü gibi helal olduğunu haykırmıştır.

Filmde tek bir Musa Anter yoktur.  Paltosu , şapkası aynıdır ama aslında on tane farklı Musa Anter vardır. Baba, dede, eş, şair, yazar, aktivistgazeteci, siyasetçi ve bir ömre sığdırdığı diğer tüm kimlikleriyle karşımızdadır. Eşyalar aynıdır ölmezler. Aslında kaderleri bir ölümlüden daha hazindir. Her şeyi görürler, duyarlar ama hep susarlar. Musa Anter’in şapkası ve paltosu da kim bilir neler görmüştür. Gözaltılar, işkenceler, hapishaneler … Ama hep susmuşlardır, bu yüzden eşya olmak canlı olmaktan daha zordur. 

Filmde şapkayı ve paltoyu giyerek Musa Anter olan her oyuncu René Magritte’nin  resimlerini süsleyen gerçek üstü siyah paltolu şapkalı adam gibidir. Magritte’nin resimlerinde kendisini temsil eden siyah paltolu ve şapkalı adam siluetleri orta sınıf kentli burjuva bir erkeği betimlemektedir. Aynı şekilde Musa Anter’de gerek eğitim düzeyi, sosyo ekonomik durumu, yaşam biçimi, Kürtçeyi kullanma şekli ve zevkleri açısından sınırlı bir azınlığın mensubudur. Varlığından bile habersiz olunan Kürtçe klasikleri okumuş ve dünyayı da iyi bilen bir entelektüeldir. Bu nedenle Musa Anter için Bajari (kentli ya da kent soylu) tanımı yapılabilinir.

Filmde yerel öğeler ile Musa Anter’in kent soyluluğu o kadar iyi harmanlanmıştır ki, seyirci hiçbir oryantalizm tuzağına düşmez. netmen tiyatrocu olmasının da etkisiyle Brechtyen oyunculuğun sınırlarını zorlamış toplumsal tabakalaşmayı giysiler, sesler ve mimikler üzerinden ifade etmiştir. Bu noktada aynı Magritte gibi “imgelerin ihaneti” ile başa çıkmaya çalışmıştır. Musa Anter’in paltosunu ve şapkasını giyen on oyuncu hem Musa Anter’dir, hem de değildir. Musa Anter olmak gerçek üstü bir durum birazda hayaldir. Bu nedenle izleyiciyi düşünmeye ve hayal kurmaya sevk etmektedir.Böylece film, genel geçer sinema dramaturjisinden ayrışarak modern sanata yaklaşmakta, video art çalışmalarına benzemektedir.

Filmin her epizodunun başında sahneye çıkan genç ve  güzel kadının üflediği tüyler havaya uçuşup filmin tamamına saçılmakta, Musa Anter’i küçük kıyamete yaklaştırmaktadır. Filme yayılan acı , İsrafil’in Sur’u üfleyeceği ana kadar sürecektir.  Filmi çerçeveleyen sürrealist eksen, rüyalı bir dünyanın kapılarını aralar. Nüsaybinli kadınlar sıralanmış otururken, bir dua gibi birbirinden ayrılmadan tekrarlanan imgeler,  kendini eski bir televizyondan seyreden Musa Anter’ler, yıkanan ve kana bulanan paralar,  taşlanan daktilo, duvara çeşitli hızlarla atılan onlarca yumurta, babaları gibi işkence sıralarında bekleyen çocuklar…

Ancak, kullanılan bu sürrealist imgeler yabancılaşmayı da beraberinde getirmektedir. Savaşın kanın olduğu , anadilde konuşmanın yasak olduğu bir coğrafyada, hayat tahammül edilmez şekilde “hiper mantıksal gerçekliğin hegemonyası” altındadır. Marx ve Hegel’in “yabancılaşma” olarak tanımladığı bu durum; insanın kendisine, çevresine , evrene duyarsızlaşmasına neden olur. Asasız Musa filminde sıkça rastladığımız  sürrealist bölümler bu nedenle izleyicilerin bilinç altına hitap etmektedir. Böylece aklın yarattığı gerçek bilinç altıyla parçalanmaktadır.  Örneğin, Musa Anter’in kendini eski televizyondan izlediği bölümlerde gerçekle hayal arasındaki o yabancılaşma ancak bilinçaltı ile meşru kılınabilinir.

Filmdeki  bu sürreal bölümler, enstalasyon duygusu yaratmakta ve çok iyi resimler vermekte. Sinema izleyicisi açısından uzun tutulduğu düşünülse de, filmesas duygusunu bu bölümlerden almakta… Filmin gerçekle olan bağlantısı ise Musa Anter’in çocukları Rahşan, Anter ve Dicle ‘nin babalarını anlattığı bölümlerde açığa çıkmaktadır. Yönetmenin en büyük zaafı ise her şeyi metaforlar üzerinden anlatmak konusundaki ısrarıdır. Bazen salt gerçeklerde metaforlar kadar derin anlamlara sahip olabilmektedirler.

Küçücük yaşta ellerine silah verilmiş öldür denilmiş çocuklar , bir duvar içinde yuvasını arayan karıncalar gibidirler. Duvara atılan onlarca yumurta sarısıyla beyazıyla bulamaç haline gelecektir. Cennet- araf- cehennem hepsi bu dünyadadır. Musa Anter, bazen eski Mardin’de bir damdan Mezopotamya’ya bakar, kimi kez  Nusaybin’in bozkırında harabe haline gelmiş evlerin arasında çocuğunu ve dilini arar. Mekanın ruhu ile zamanın ruhunun çakışması en çok bu coğrafyaya yakışmaktadır.

Bu film herhangi bir film olarak değerlendirilmemelidir. Yönetmen kayıp duygusunun tam içinden  çıkarak görüntü demetlerini kolajlamıştır. Hikayenin o kadar içinden bir bakışa sahiptir ki, kimi zaman yönetmenle, Musa Anter’i ve ilahi bir göz olan kamerayı karıştırırız. Müzik kullanımı da filmi bir üst noktaya taşımaktadır.  Filmin müziklerini yapan Murat Hasarı, müzik dehasını bu filmden tekrardan göstermiştir. Filmdeki müziklerde,enstrüman kullanmayarak sadece insan sesi ve ıslığından özgün bir müzik yaratmış. Filmin en önemli noktalarını yükselten, ruh katan Kürtçe ıslıklar ve filmin her bölümünde yer alan bir Kürtçe ağıt mırıltısı son yıllarda dinleyebileceğimiz en iyi film müziğini sunmaktadır.

Sürekli sorular soran ama cevaplarının ne olduğunu kendisi dahi bilmeyen bu deneysel filmde masallar ile ağıt birbirine karışıyor. Ve her masal gibi mutlu sonla bitmiyor. Yaşar Kemal’in dediği gibi Öfkesiz Kürt Musa Anter  bütün film boyunca dilini, toprağını, çocukluğunu ve torunlarını aramıştır. Gerçek isyanını ise filmin sonunda dile getirmektedir. Bir dil, bir vatan parayla satılmaz, satın da alınamaz.  Çığlık çığlığa “ağacın kökü , insanın dili vardır” derken dolarları yere saçmakta ve çekilin gidin yurdumdan demektedir. Çekilin gidin… Hayat beşikte başlar mezarda biter… Musa Anter için bu mavi gök kubbede ölüm yoktur. Musa Anter’in tüm torunları ruhlarını kaybetmiş gölgeler gibi onun sözcüklerine sığınmaktadırlar. Sizlerde o sözcükleri duymak istemez misiniz?

GÖKŞEN AYDEMİR
Sinema Eleştirmeni