Göstergelerle Bir Sinema Anlatısı
*FİLM ANALİZ
Rüzgarı kekik, reyhan ve kaçak tütün kokan toprakların Apê Musa'sının Nevala Kasaba ağıdında söylediği gibi; ''Yaşamanın bir başka adı direnmekti.''
Direnmek ki; Kürt'ün, onlarca yıl kendi kaderinin şifrelerini dekode etmeye mecbur edilişi ve itinalı bir acımasızlıkla, kenarlarına taşırmadan kendilerine çizilen sınırlarda bir nevi hazan ve hüzün dansına zorlanışıydı.
20 Eylül 1992'de, ülkede o zamana dek işlenmiş fikir cinayetleri zincirine eklenen diğer bir halkaydı Musa Anter'in katli. Kalemi de fikirleri kadar keskin ve kaynağına sığmaz bu düşünce adamı, 1959'dan 92'ye kadar olan süreçte, koyduğu her bir tuğla ile Kürt Yazını piramidini en yüksek seviyeye taşıdı ve kendisinden sonra yetişen evlatlarına, açtığı yoldan yürüyebilme değerini miras bıraktı. Anter, karanlıktan, tam da ışığın sızdığı diğer boyuta geçerken, Kürt kültürüne, felsefesine ve siyasetine kazandırdığı esas hüviyetin hem manevi hem sinemasal anlamda bekasını teşkil ettiği için tiyatrocu ve yönetmen Aydın Orak'a gökyüzünden kıvançla gülümsüyor. Orak, salonlarda izleyicisiyle buluşan ilk uzun metrajlı biyografi janrındaki Asasız Musa'sı ile aynı gökyüzüne bir selam çakıyor. Halihazırda yıllardır oynadığı tek kişilik oyunu Araf 'la, Anter cinayetini, teatral tonlarla, kendi büyük puntolarıyla vurgulayan sanat adamı bu kez, tiyatro sahnesinden inerek kamerasının başına geçiyor. Özgür ve özgün kamera diliyle son derece göstergesel ve deneysel bir dışavurumla, Ape Musa'yı salt bir sinema unsuru olmaktan öteye götürüyor; Anter'i bir silüet olmaktan kurtararak metaforlarla nakşolunan somut bir gerçekliğe dönüştürüyor.
Filmde,dopingini sembolizmden alan her sahne, her ayrıntı, aslında Musa Anter'in bir öncekinden daha 'sağ salim' ve 'hayatta' olduğunu seyirciye hatırlatırken Aydın Orak'ın tiyatrodan da alışageldiği Brechtyen biçemi, izleyenini o an olup bitenden ve mekandan bilişsel bağlamda soyutlamaya da devam eder.
Az diyalogla bile belagatı
kuvvetli ve meselesine bağlı bir tonda seyreden film, görsel semiyoloji başlığı
altında incelenebilecek sayısız metaforla dolu. Buna bağlı olarak hemen
ilk karede bizi karşılayan ve usul usul sallanan 'boş beşik' hem bebek
Anter'in hem de 'artık orada olmayışın', 'tüketilmişliğin' belirtkeni
olarak seyirciyi içeri buyur etmektedir.
Sözgelimi bu boş beşik, haklı meselesinden ötürü sonsuzluk denen belirsiz bir boşluğa itilmiş Ape Musa'nın, yetim kalan insanlarının -Kürt Toplumunun- melankolisi olarak da tezahür edebilir. Biz tam da bu boşlukta gezinirken, gerçekliğe uyandırıldığımız saat alarmı işlevi gören el kamerası, sırasını devralır ve Akarsu'da Anter'in doğduğu evin içinde ve bahçesinde, bize 74 yıllık öykünün tur rehberliğini yapmaya başlar. Böyle bir girizgahın ertesinde, elinde kağıt gemisini suyun üzerinde yüzdüren küçük çocuğun, su kadar dilsiz ve sakin oluşu, bize ileride Anter'in yaşamının da su üzerinde seyreden bir garip kağıt gemi olacağının habercisi kıvamında. Film süresince yönetmen tarafından titizlikle konuşlandırılmış tüm bu kod dizilimi, Musa Anter'in mücadele dolu yolculuğunu adeta bir yapboz bütünü gibi algılamamızı sağlayıp her parçayla-metaforla- bizi sonuca götürüyor.
Asasız Musa'nın neden görsel
semiyolojik eksende incelenmesi gerektiğinin pek çok nedeni var; Bunlardan ilk
akla geleni ise Psikanalizin, Göstergebilim'in en temel
dayanak noktalarından oluşu, bu da bizi şunun sağlamasına götürüyor ki,
yönetmenin kullandığı her simge, görüntü ve obje bir anlamda, 'aynayı kendine
çevir, geçmişte yaşananları daha fazla şuuraltında bekletme' önermesi
mahiyetinde. Edebiyattaki temelleri ilk kez; John Locke tarafından Essays
Concerning Human Understanding'de atılan ve göstergebilim
tartışıldığında akla gelen ilk isimler olan Roland Barthes, Mihail Bahtin ve Umberto
Eco gibi önemli yazın figürlerinin kuramlarından belirgin izlere rastlıyoruz
filmde sıkça. O sahnelerden en akılda kalanı ise yönetmenin son derece
sürreal bir sunuşla anlattığı Musa Anter'in kendisini televizyonda seyrediyor
oluşu. Somut ve gerçek bir coğrafyada artık bu dünyadan olmayanın
kendisiyle kurduğu iletişim bu gerçeküstü resimde ete kemiğe bürünüyor. Yine
filmde kullanılan bu dolaylama sanatı, artık Anter'den bağımsız
olarak düşünülemeyecek olan pardösü ve tahta bavul ile şairin dünyasına
daha yakın bir okuma yapabilmemiz açısından güçlü şiarlar eşliğinde devam
ediyor. Karanlık bir odada, yanı başında, hep yolculuk durumunda diğer bir
deyişle; sürgünde olduğunun temsili söz konusu bavulu ile küçük bir aralıktan
kendisine doğru süzülen huzmeye doğru elem sigarasını
tüttürüyor.
Asasız Musa'nın yaratıcısı Aydın Orak için, ilk biyografi / belgesel denemesinde, algıları yormayacak türde bir simgecilik ile ilerlediğini söylemek yanlış olmaz zira buna en bariz örnek olarak daktilo taşlama sahnesi gösterilebilir. Oldukça direkt ve perdesiz bir temsil ile anlatılmaya çalışılan şey; İnsanların biteviye, düşünceleri uğruna öldükleri topraklarda aslında Anter'in diğer tüm çağdaşlarıyla hemhal oluşudur. Fırlatılan her kayada görüş seviyesinin biraz daha altında kalan Apê Musa, öyle ki daktilonun ta kendisidir, sabittir, öylece durur her taşlamada, belki gözden kaybolur ancak cismen ve fikren hala oradalığını bağırmaktadır.
Filmde farklı suret ve işaretlerde yakaladığımız Musa Anter, yeniliğe ve sonsuzluğa dökülen su kaynağı bazen de minareye karşı süzülen bir uçurtma olur. Boşluktaki bu kararsız süzülüş uçurtmanın kaderi olacaktır. Ne tam olarak yere değebilecek ne de gökyüzünde kaybolabilecektir. Yaşamını ve özgürlüğünü hep başkaları tayin edecektir. Yönetmen, uçurtma resminden hesapla bir açıdan Musa Anter meselesinin izdüşümünü sunmuştur.
Filmin genel fonuna hakim etnik motifler, zengin Akarsu ve
Zivinge görselleri ile desteklenmiş. Yukarı Mezopotamya, belki de karşımızda
ilk kez bu kadar lirik. Sinematografik ekolar bu nedenlerden dolayı da oldukça
vurucu. Şehre ait görsel bütünlük, Güneydoğu'nun coğrafi ve beşeri yüzünü tam
olarak yansıtmakta hiç zorlanmıyor. Yine filmde tanıtılan bir başka
unsur da, Ezidilikte kutsal sayılan ve Melek-î Tavus’u işaret eden tavus kuşudur.
Doğu mitolojisinde ve dininde Tanrı Ezda’nın yarattığına inanılan Melek-î
Tavus, iyilik ve kötülük, cennet ile cehennem arasındaki dinamik dengeden
sorumludur ve simgesel olarak; şekil değiştirip
reenkarne olma yani yeniden doğma ile ilişkilendirilir. Musa Anter’in her surette ve yansımada yeniden
doğuşuna, hatta hiç yok olmamışlığına gönderilen mitolojik ve dinsel bir
selamdır belki de. İnanışa göre Melek-î tavusun, asil, eğilmez ve gururlu
oluşundan sebep cezalandırılmış olması ile Anter’in tüm yaşamını ve kalemini
haklı davası uğrunda çürütmesi ve sonunda cezalandırılması arasında soyut
bağlantılar kurulabilir. Ayrıca bu kutsal varlık, renklerinin çeşitliliği ve
duruşuyla istisnai bir güzelliğe haizdir, bu yönleriyle de son derece başarılı
bir Musa Anter atıfıdır. Zira Anter, ortalamanın üzerinde bir sosyo kültürel
nosyona sahiptir, entelektüeldir, filozofdur.
Yönetmen Aydın Orak, iyimser, umutlu ve insani temennilerle, bu dünyadan geçen bir Kürt bilgesini, kendi süzgecinden geçirip bizim algılarımıza akıtıyor. Alt vurgularında ise; kalem cinayetlerine dikkat çekme, renklerin ve farklılıkların kucaklanması, kültürler barışı gibi önermelerle.
Eski zamanlardan beri gözünden inen acı suyunu içine akıtan çorak topraklar, belki de Asasız Musa’dan sonra daha pek çok anlatıcıya ilham olacak. Sezen Aksu’nun kelimelerinde bulduğumuz gibi:
“Bu bir bataklık, Yutuyor körpe tomurcukları, Dört kitap yazıyor, Eşittir Tanrı’nın çocukları”
PELİN DÜNDAR
Akademisyen